Hazret lakabıyla meşhur Muhammed Ziyâuddin (k.s) hz.leri yedi cemâzîyel Âhir 1272 Hicri, (Milâdi 1855) tarihinde pazartesi günü öğleden sonra Bitlis´in Hizan kazasına bağlı Usba köyünde doğdu. Babası Abdurrahmîn-i Tâğî (k.s) ve ailesi hakkında kitabımızın başında gerekli bilgi verilmişti. Muhammed Ziyâuddin (k.s) hz.lerinin aile çevresi dindar insanlardan müteşekkildir. Dînî ilimler sahasında otorite olmuş olan zamanın ulema-i kiramı yakın çevresinde yaşamaktadır. Zahirî ve manevî ilimleri tahsil etmeye çok müsait bir ortam içerisinde çocukluğunu geçiren Muhammed Ziyâuddîn (k.s) hz.leri ilk eğitim ve öğretimine babası Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hz.lerinin yanında başlar. Zamanında medreselerde okutulan dersleri tamamlayarak molla payesine erişir. Vefatına kadar babasının maddi ve manevi sofrasından istifade eden M.Ziyâuddin (k.s) hz.leri tasavvuf yolundaki seyri sülukuna babasının işaretiyle Şeyh Fethullah Verkanasî (k.s) hz. leri-nin yanında devam eder. Şeyh Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hz.lerinin son anlarında oğluna tavsiyesi şöyledir: -Oğlum, Şeyh Fethullah senin hakkında benden daha hayırlıdır. Çünkü ben seni başkalarından ayırmam, ama o seni başkalarından üstün tutar. Şeyh Fethullah (k.s) hz.leri zahiri ilimlere vukûfiyetinden dolayı Molla Fethullah lakabıyla tanınan ariflerin ve irşâd görevlilerinin kutbu, kâmillerin önderi olan bir zattı. Şeyh Fethullah, mürşidinin oğlunu; en ağır hizmetlerde kullanarak kınayanların kınamasına aldırmadan kâmil-i mükemmil bir zat olarak yetiştirdi. Molla Ziyaûddîn´i 1889 yılında irşadla görevlendirdi. Molla Ziyâuddin (k.s) hz.leri, mürşidinin sağlığında 10 yıl, mürşidinin vefatından sonra 24 yıl, toplam 34 yıl olmak üzere talebelerin zahiri ve batınî eğitimiyle geçen bir ömür sürdü. Talebelerinin eğitiminde mahir bir zât olan M.Ziyauddîn (k.s) hz.leri aynı zamanda dini ve milleti için savaşan kahraman bir insandı. l. Dünya Savaşında talebeleriyle birlikte Ruslara ve Ermenilere karşı mücadele etti. Bu çarpışmalar sırasında bir kolunu kaybetti. M.Ziyâuddin (k.s) hz.lerinin l. Dünya Savaşı´nda gösterdiği bu şecaat; Mustafa Kemal Paşa´nın dikkatini çeker. Bir mektup göndererek takdir ve tebriklerini sunar, Millî mücadelede de kendisine yardımcı olmasını M.Ziyâuddin (k.s) hz.lerinden rica eder. "Nutuk´"un vesikaları bölümünde bulunan bu mektubun metni kitabımızın sonuna eklenmiştir. Hazret Muhammed Ziyaûddin´nin (k.s) Rabbinin rızası uğruna geçen ömrü; Hicri 1342 (Miladi 1923) senesinin recep ayının 27. cuma günü sabah namazından sonra Bitlis´in Nurşin köyünde son bulur. Babasının yanına defnedilir. (Yüce Mevlâ cümlemizi şe-faatlarına nail eyliye) 193 Halifeleri : 1- Molla Muhammed Emin 2- EI-Hac Abdülkerîm 3- Şeyh Ahmed-el Haznevî 4- Şeyh Mehmed Karaköy 5- Şeyh Muhammed Selim Hızânî 6- Şeyh Mahmud Zokaydı 7- Şeyh Alaaddîn, (Şeyh Fethullah´ın oğlu) 8- Tili Şeyh Şahabeddin 9- Tili Molla Abdullah ( Şeyh Sahabeddin´in oğlu) 10-Molla Halil Kavâkî 11-Molla Yusuf Hurtî 12-Molla Abdurrahman Çokreşî 13-Şeyh İbrahim Abrî Çocukları : Tek oğlu olan Molla Fethullah, kendisinden dokuz gün önce vefat etmiştir. Molla Fethullah´ın büyük oğlu Cemâleddin ise kendisinden 13 gün sonra vefat etmiştir. Geriye Âişe adında bir kızı ile Takiyuddîn ve Nâsıruddîn adında iki torunu kalır. Nâsıruddîn daha sonra Şeyh Abdülhakim Hüseynî´den halifelik alır. Hazretin her iki torunundan evlatları hizmete devam etmektedirler. Şeyh Takiyeddin´in Hafit adındaki oğluyla, Şeyh Nasır´ın Lütfi adındaki oğlunun irşad hizmetleri devam etmektedir.
Muhammed ZİYÂUDDÎN´İN (K.S) VEFATI Muhammed Ziyâuddîn´in (k.s) vefatını işaret eden kutsi sözlerinden birkaç tanesi şöyledir: Birinci dünya savaşına katılarak büyük yararlılıklar gösteren Muhammed Ziyâuddîn bu savaş sırasında sağ koluna isabet eden bir mermi nedeni ile felç olmuştu. Felcin tüm vücuda yayılmaması için beşinci fırkanın askeri hekimi Bitlis Askeri Hastahane´sinde sağ kolunu kesmiştir. Fakat Hazret bu ameliyatın arkasından ağır hastalığa tutuldu, vefat edecek diye çok korkulmuştu. Bazen bayılıyor bazen de ayılıyordu. Bu hal üzere iken birgün şöyle söyledi: -Rüyamda kalabalık bir şeyhler gurubunun yanıma geldiklerini gördüm. Gavs-ı Azam Ervasî, Üstad Abdurrahman Tâğî ve Şeyh Fethullah Verkansî hz. de aralarındaydı. Dünyada mı kalacağım, yoksa ahirete mi intikâl edeceğim hususunda aralarında uzun uzun müzakereler yaptılar. Fethullah Verkansî (k.s) dünyada kalmamın daha hayırlı ve insanların hidayete kavuşmalarına vesîle olacağımı belirterek sekiz yıl daha yaşamamı teklif etti. Hazır bulunan büyüklerimiz de bu teklifi uygun görerek dağıldılar. Nitekim Muhammed Ziyâuddîn hz. bu rüyanın dokuzuncu yılı başlarında vefat etmiştir. -Muhammed Ziyâuddîn hazretleri ömrünün son zamanlarında Azizan´dan Nurşin´e taşınmayı ısrarla istiyordu. Ailesinden bazıları da Azizan´da kalmak istiyorlardı. Azizanlılar da Şeyh hazretlerinin köyde kalması için ısrar ediyorlar, bu konuda dil dökerek yalvarıyorlardı. Şeyh hazretleri, bütün bu ısrarlara rağmen "Üstad-ı Azam Abdurrahman-ı Tâğî hazretlerinden uzak kalmaktan ve onun yanıbaşında değilken vefat etmekten korkuyorum" diyordu. Vefatından bir yıl önce yukarıda bahsettiğimiz engellerden hiçbirine aldırış etmeksizin kesin bir kararlılıkla evini Nurşin´e taşıdı ve orada vefat etti. Hastalığı sırasında yakınlarına "işte bunun için evi taşımakta acele ettim" demiştir. Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatından bir yıl kadar önce bir yolculuğuna çıkacağı sırada şöyle dedi: -Gidelim de Üstad-ı Azam Tâğî hazretlerinin o tarafta gerek yazın ve gerekse kışın kaldığı ve gezdiği yerleri büyük bir özlem ve hasret içinde sezmiş yürek yanıklığı ve muhabbetle Üstad-ı Azam hazretlerinin bazı hal ve sözleri ni anlatmıştır. Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatından yedi ay kadar önce Zimacur taraflarında bir gün hastalandı. Bunun üzerine köyün misafirhanesine gelerek istirahate çekildikten sonra "hayatımın geriye kalan kısmında ne hayır ne de huzur kaldı. Çünkü zamanımın çoğu hastalıkla geçiyor" dedi. Bunun üzerine kendisine "Allah korusun! Biz Allah (C.C) size uzun ömür versin diye dua ediyoruz"dedim. Bana "O halde -afiyetle birlikte- diye dua edin" dedi. Bu sözlerine karşılık kendisine biz her zaman öyle dua ediyoruz. Fakat şimdi sözü uzatmamak için böyle söyledim diye cevap verdim.Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatından altı ay kadar önce Kusur’a gideceği sırada "Üstadın oralardaki mekanlarını ziyarete gidelim. Belki de oraları bir daha hiç göremeyiz" dedi. Demirci´ye geldiğimizde üstadın gezdiği yerleri ve oralardaki dostların misafirhanelerini (evlerini) hasret ve özlemle dolaşıyor, misafirhane sahiplerini anarak onların hallerini anlatıyordu. O günlerde şeyhinin oğlu Ma´ruf, evini Çığır’dan Bulanık´a taşımak isteyince bu isteğe karşı çıkarak "ilk bahara kadar kalsın sonra bakalım ulu Allah ne yapar" diyerek ilkbahardan önce vefat edeceğini işaret etmiştir. Muhammed Ziyauddin hz.leri vefat edeceği yıl sık sık ölümden bahseder ve sohbetlerde bu konuyu işlerdi. Oysa daha önceleri böyle bir adeti yoktu. Önceleri sohbetleri sırasında muhabbetten ve muhabbeti meydana getiren faktörlerden bahsederdi. Din ve dünya ehli hakkında, yani, Peygamber, şeyhler ve devlet adamlarından menkıbeler anlatır, sonra bu şahısların vefatlarından söz ederek "Bu akıbetten hiç kimse kurtulamaz. Nazarı itibare alınacak şey kişinin ahirete hazırlık olarak işlemiş olduğu amellerdir." gibi sözlerle sohbetini bağlardı. Muhammed Ziyâuddîn hz.vefatından beş ay kadar önce birgün Nukî köyünde çözmeye çalıştığı yorucu bir meseleden sonra şöyle dedi: -Bu adamlar, daha doğrusu zamane insanları ne kimseyi dinlerler, ne de kimseye boyun eğerler, ne de herhangi bir şeyden ders alırlar. Bu yüzden de hiç kimse onlara faydalı olamaz. Allah (C.C) beni onların arasından alsa, ne iyi olur. O zaman yaptıklarına pişman olurlar, ama o pişmanlıklarının hiç bir faydası olmaz. Muhammed Ziyâuddîn hz. leri vefatından üç ay önce kışın Bitlis´e gitmeye karar verdi. Ailesi havanın soğukluğunu, mevsimin uygun olmadığını ve hastalığını ileri sürerek bu yolculuğa engel olmak istedilerse de onu bu kararından vaz geçiremediler. Yola çıkmadan şeyhinin mezarını ziyaret ederken bana "Bu sefer Bitlis´e gidişimizin tek sebebi Şeyh-i Azam hazretlerinin mezarını ziyaret etmektir. Çünkü ilkbahara kadar ulu Allah´ın ne yapacağını bilmiyoruz" diyerek ilk bahardan önce vefat edeceğini işaret etti. Muhammed Ziyâuddîn hazretleri Bitlis´te iken bazı Siirt´liler yanına gelerek irşad amacıyla beldelerine gelmesini ve orada görmeyi arzu ettiklerini yalvararak söylediler. Onlara "havalar soğuk olduğu için şimdi sizin oralara gelemem, fakat ecel mühlet verirse şubat ayında, inşaallah gelirim" diye cevap verdi. Bitlis´ten Nurşin´e dönünce Şeyh Abdurrahmân Bilvanisi ziyaretine gelmişti. Bir süre kaldıktan sonra geri dönmek niyeti ile vedalaşıp ayrılırken ona "Eğer gelmek istiyorsan şubat ayının başında gel, yoksa gelme" diyerek o tarihten sonra gelirse kendisini sağ bulamayacağına işaret etti. Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatından iki ay kadar önce biraz tereddüt ettikten sonra kardeşinin oğlu şeyh Masum´a adam gönderdi. Kendisini tatlı bir ifade ile tevbe etmeye çağırır. "Gel de hep birlikte tevbe edelim, yani ben, sen ve eşim Medine" diye haber yolladı. Şen Masum yanına gelince kendisine vedalaşır gibi din ve dünya ile ilgili bir takım nasihatlerde bulunarak kendisini artık bir daha sağ göremi yeceğini işaret etti. Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatına yakın Semerşeyh´de oturan kızkardeşi hastalanınca eniştesi Molla Resul´u eşinin yanına gönderirken kendisine "Sakın geç kalmayasın, orada beş günden fazla kalmayasın" dedi. Ayrıca kız kardeşine da başka bir adam göndererek "Eğer eşin Molla Resul´un kısa zaman sonra geri dönmesine engel olursan sonra çok pişman olursun" diye haber göndermek sureti ile eniştesi çok geç kaldığı taktirde kendisini sağ bulamayacağına işaret etti. Nitekirn dediği gibi oldu. Molla Resul eşinin yanında fazla kalmayarak döndüğü için hem Şeyh hazretlerinin son bir haftalık hastalığına ve hem de oğlu Molla Fethullah´ın hastalanıp vefatına yetişebildi. Muhammed Ziyâuddîn (k.s) hz. vefatına bir aydan az kala kızkardeşinin oğlu Muhammed Bâkî´nin evinde Üstad-ı Azam Taği hz.lerinin evinin güzel idare edildiğini, orada çok sayıda âlim ve sâlik´in barındığını, ayanı zamanda her yöreden kalabalık sayıda kimsenin tarikata girmek için başvurduğunu anlattıktan sonra şunları söyledi: -Bu zamanda böyle bir durum büyük bir nimettir. Bol şükür gerektirir, ama biz bu şükür borcumu yerine getiremiyoruz. Fakat ben bu gelişmeden korkuyorum. Çünkü Şeyh hazretleri bu durumu kemâl alâmetleri arasında saymıştı. Oysa bilindiği gibi her kemâlin ardından bir zeval dönemi gelir. Fakat umarım ki, ulu Allah (C.C) geriye kalan ihtiyaçlarımızı noksanlıklar hanesinde sayar da dolayısı ile bu durumu kemâl kabul etmeyerek bir süre daha devam etmesini nasip eder. Muhammed Ziyâuddîn´in Oğlıu Fethullah kendisinden sekiz gün önce vefat edince "Senden önce vefat edeceğimi ve senin arkamda kalacağını sanıyordum, fakat Allah (C.C) böyle istedi, böyle oluşunun hikmetini o bilir" diye seslendi. Oğlu toprağa verildikten sonra hastalandı. Hastalığının ilk günlerinde "Molla Fethullah gitti. Görünen o ki, onun arkasından ben de kalacak değilim, böylece dünya yıkılıyor." dedi.
Şeyh hazretleri "böylece dünya yıkılıyor" derken ya kendisi ile oğlunun arka arkaya ölmesi ile Üstad-ı Azam Tâğî hazretlerinin eşiğinden nisbetin ve ilmin kalktığını, bu yörede hidayetin sona erdiğini kasdetmiştir. Bu olaylar gerçekten büyük bir yıkım olmuştur. Yahutta ölümünden sonra meydana gelen ve kıyamet gününün yaklaştığına delalet eden şaşırtıcı olayları kasdetmiştir. Vefatını takip eden günlerde meydana gelen olaylar nerede ise kıyamet alametlerinden sayılacaktı. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) de vefat edeceği yıl sık sık emirler konusunda hutbeler vererek sahabileri ikaz edip teşvik etmiş, tavsiyelerde bulunup onlarla vedalaşmaya ağırlık vermişti. Muhammed Ziyauddin hz.leri de vefat edeceği yıl şeriatın emirlerinin ve tarikat âdabının müritleri, ev halkı ve yakın çevresi tarafından uygulanmasına çok önem veriyor, onları bu konuda teşvik ediyor ve tersine hareket etmelerine olanca gücü ile karşı koyuyordu. Nitekim, o yörede, hatta çok uzaklarda onun vefatından sonra halk arasında tam bir dine bağlılık ve uyanış belirmişti. O yıl sohbetlerinde şöyle derdi: Olanca gücünüzü ve gayretlerini sonuna kadar kullanarak Nakşibendi nisbetine sahip olunuz. Bu nisbet en pahalı mücevherlerden ve kırmızı kükürtten bile daha değerlidir. Bu nisbet şu yöreden kalkmadan önce onu elde ediniz. Çünkü eğer bu yöreden kalkacak olursa bir daha Mevlânâ Halid-i Bağdadî hazretleri gibi biri bulunmaz ki, Hindistan´a gitsin ve o nisbeti alıp getirsin dedi. Yinr sık sık Kur’an-ı Kerim okuyor, hatmeleri, sohbetleri, teveccühleri hiç kaçırmıyordu. Hastalığı ilerlediği için onları zorluk ve sıkıntı çekerek yapıyordu. Uzlete çekilerek gerekli olmadıkça dünya kelamı konuşmaktan hoşlanmamasına rağmen bazı müridler kendisini köylere çağırınca tevbe edip tarikata girenler olabilir umudu ile bu davetlere icabet etmekten geri kalmıyordu. Muhammed Ziyâuddîn hz.leri vefat edeceği yıl hadis, sahabîlerin hayatı ve şeyhlerin menkıbeleri ile ilgili kitapları okumaya koyuldu. Onların rengine bürünmek için de okudukları hakkında sık sık konuşurdu. Büyük bir gayretle insanları irşad edip Allah´a (C.C) ulaştırmaya çalışan Şeyh hazretleri sık sık rabıta kurarak, murakabeye dalarak ve gerekse sohbetlerde cezbe ve muhabbetle konuşa- rak, huzur halinde istiğrak makamına ermek için kendini, kalbini, zihnini bir noktada yoğunlaştırırdı. Çünkü velîler daha önce arif ve ricat ehli olsalar bile komaya girince istiğrak haline geri dönerler. Muhammed Ziyâuddîn hz. son hastalığı sırasında müritlerine çok iltifat ediyordu. Hatta ev halkı arasından ziyarete gelenleri ağırlayacak ve taziye için gelenlerle ilgilenecek birinin olmamasından dolayı rahatsız oluyor, sık sık gelenlerin hallerini yemek yeyip yemediklerini ve nerede yattıklarını soruyordu. Benim geldiğimi öğrenince "Artık o misafirlerle ilgilenir, ben de bu bakımdan rahat ederim "dedi. Yakın dostlarını günde çoğu zaman bir defa huzuruna çağırır, yabancılarla görüşürken güçlük çekmesine rağmen onlara izin verirdi ve herkes ile mümkün olduğu kadar şefkatli bir dille konuşur, orada olmayan ve adlarını bizim hatırlamadığımız dostlar hakkında sorular sorardı. Bir keresinde Üstad-ı Azam Tâğî hz.leri´nin çocuklarının durumunu sordu ve "onları hiç yüzüstü bırakmadım" dedikten sonra onların eğitimi konusunda gayret gösterilmesini tavsiye etti. Ben kendisine "sadece Ustad-ı Azam´ın çocuklar ile değil yakın dostları ve müridlerinin çocukları ile ilgilenilmeli" dedim o da "İnşAllah öyle olur" dedi. Vefat edeceği gece beni yanına çağırarak "Git, yakın dostlara söyle de benim için dua etsinler. Biraz tedirgindim, ama hamdolsun. Şu anda tedirginliğim ortadan kalktı" dedi. Bu sözleri dostlarının gönüllerini haz etmek ve onlarla vedalaşmak maksadıyla söylenen sözler olarak yorumladık. Muhammed Ziyâuddîn hz.leri ağır hastalığına ve şiddetli ağrılarına rağmen son günlerde kendini tamamen Rabbine vermiş bütün şuuru ile Allah´a ulaşmayı yoğunlaştırmıştı. Sık sık aile fertlerine ve diğer bağlılarına şeriat yolundan hiç sapmamalarını Nakşibendi tarikatına bağlı kalmalarını, büyüklük âdabına ve tutumlarına sıkı sıkıya uymalarını, bütün bunları yaparken de ihlas ve sağlam bir niyete önem vermelerini tavsiye etti. Bize ne emredersiniz diye sorunca yukarıdaki hususları hatırlatmakla yetindi. Komaya girmeden önce Üstad-ı Azam´ın çocuklarını hatırladı ve "Elhamdülillah tam manası ile kabiliyetli ve istidatlı çocuklardır" dedi. Kendisine onların istidadını kim meydana çıkaracak deyince bana "Ulu Allah" diye karşılık verdi. Ev halkından birine, yukarıdaki tavsiyeleri tekrarlamıştı. O yakını " Peki, bu konuda bize kim rehberlik edecek, bizi kim eğitecek " diye sorunca şöyle dedi. -İnsanın niyeti halis, maksadı sadece Ulu Allah olunca hiç şüphesiz, O kolaylık ihsan ederek kendisine ulaştıracak yolları nasılsa buldurur. Fakat insanda halis niyet olmazsa, O´nun desteğinden ve kolaylaştırıcı ilgisinden mahrum kalınır. Peygamberimizin (s.a) şemailine, sahabilerin (r. Anhüm) siyerine ve şeyhlerin menkıbelerine özlem ve cezbe haline çok ilgi gösterirdi. Bir gün bana Peygamberimizin dünyada nasıl yaşadığını, hiç dünya lezzetine önem vermediğini anlattıktan sonra "Bu nokta da dahil olmak üzere Resulullah´a (a.s) her halinde uymak gerekir" dedi. Bunun üzerine oğlu Molla Fethullah´ın vefatı karşısında kendisini teselli etmek niyeti ile "Peygamberimizin (s. a) bütün oğulları sağlığında vefat etmiş ve arkasında hiç bir erkek evlad bırakamamıştır. Peygamberimiz (s. a) bu durumu hoşnutlukla karşıladığına göre bu hususta da ona uymak güzel olur. Aynı durum sizin başınıza da geldiğine göre bu durumu hoşnutlukla karşılamalıdır" dedim. Sözlerime sevinç içinde ve gülümseyerek şöyle dedi. "Evet inşaallah öyle olur. Allah´a karşı muhabbet beslediğini ileri süren kimse, kendine göre iyi olan niyetle bile olsa Allah´dan başkasına gönül bağlamamalıdır. Çünkü ulu Allah ortak kabul etmez. Ben Molla Fethullah´ı bilgisinden dolayı Nakşibendi tarikatını yayması ve bu eşikte insanların hidayetine vesile olması için sevdiğimi zannediyordum. Allah (C.C) benim kastımı yerinde görmediğine göre bu duruma razıyım ve oğlumun vefatını inşAllah sabırla karşılamaya hazırım" Buna rağmen hastalığının son günlerinde de koma halinde oğlunu anıyordu. Bir keresinde oğlunu anınca bağlılarından biri "Şimdi onu anmanın sırası değildir. Çünkü Efendimiz Yakup (a.s), oğlu Yusuf’dan (a.s) ayrı düşünce çok üzülmesine rağmen bu yüzden onu hiç kimse kınamamıştır" diye cevap verdi. Bu sözden de açıkça anlaşıldığı gibi o "Kutup" mertebesine ermişti. Muhammed Ziyâuddîn hz. leri son hastalığı sırasında murakabeye devam ederek halveti tercih ediyor ve çok az konuşarak kalbini bir noktaya yoğunlaştırmaya çalışıyordu. Yanına girmek isteyen dostlarına ve ziyaretçilerine izin verirken "Buyursunlar, fakat beni çok konuşmaya zorlamasınlar" diyordu. Bir gece bana "Şu anda biri sağ öbürü sol memelerimin altından çıkarak vücudumu kaplıyan iki nur sütunu görür gibiyim" demişti. Biraz sustuktan sonra elini havaya kaldırarak yüksek bir sesle "O Reşîd ve Sabûr olan Allah´a doğru yükseldi" dedi. Hastalığı sırasında yanında bulunanların edep kurallarına uymaları konusunda çok titizdi. Nitekim yüzüne dik ve ısrarlı bir şekilde bakılınca kızarak " Gözlerinizi yumun" diye emretti. Kendisi de şefkat, iltifat ve tasarruf bakışları ile sözlerini tek tek dostlarının çehresinde gezdiriyordu. Koma halinde iken bile böyle yaptı. Yakın dostlarından biri bana söyle dedi: "Vefat ettiği günün ikindi vakti sen onun yanında gözlerin kapalı olarak otururken Şeyh hazretleri gözlerini açmış, öyle sanıyorum ki şefkat, iltifat ve tasarruf maksadı ile senin yüzüne bakıyordu. Bu hali üç kere üst üste tekrarladı." dedi. Muhammed Ziyâuddîn hz.leri Üstad-ı Azam hazretlerinin evlatları vasıtası ile ilim ve Nakşibendi nisbetinin devam etmesini çok istiyor, bu nisbet ellerinden gider diye büyük üzüntü duyuyordu bu üzüntüsünü son hastalığı sırasında şöyle dile getirmişti. "Molla Fethullah´a hilafet izni vermeyip Nakşibendi silsilesine katılmasını sağlıyamadığımdan ve Molla Muhammed Bâki’ye de okuyacağı kitapları tamamlatıp, icazet vermek nasip olmadığından dolayı üzüntü duyuyorum" dedi. Oğlunun vefatı ve kendi hastalığına rağmen talebelerin derslerine devam etmelerini emretmiştir. Bunun yanında Allah´a (C.C) kavuşmayı da şiddetle arzuluyordu. Devamlı hazırlık yapıyor ve her fırsatta bu meseleyi konuşuyordu. Zaman zaman kendisine Allah (C.C) afiyet içinde ömür versin diyorduk. Bu arzumuzu şöyle açıklıyorduk; "Üstad-ı Azam hazretlerinin eşiği boş kalır ve oranın nisbeti kesilir, oysa insanların hidayeti o kapının açık kalmasına bağlıdır. Ayrıca Üstad-ı Azam´ın evlatları da sahipsiz ve mürşidsiz birer yetim olarak kalırlar" dedik. Bu sözlerimize karşılık: -Ben de hem o eşiğe ve hem de Üstad hazretlerinin evladlarına bağlıyım ve onlardan ayrılmak istemem. Fakat Ulu Allah (C.C) dilediğini yapar dedi.
Muhammed Ziyâuddîn (k.s) her konuda seleflerine uymayı çok istiyordu. Nitekim son günün kuşluk vakti sırasında Üstad-ı Azam hz.lerinin hastalığı ve vefatı arasındaki süreyi en iyi kendisi bildiği halde bana " Üstad hz.leri hangi gün vefat etmişti?" diye sordu. Kendilerine "Kaba kuşluk sırasında" diye cevap verdim. Arkasından "Peki, son hastalığında onu Tercunk köyünden buraya nasıl getirdiler" diye sordu. Kendilerine şöyle cevap verdim ; "Şeyh-ı Azam hazretleri bazı Seyhan ve Balegan köylülerine sedye ile birlikte gönderilip kendilerini taşımaları konusunda mektup yazmıştı. Çünkü kendisinin ata binecek gücü yoktu. Buraya getirildiği sırada yerde biraz kar vardı. Kış mevsimi yeni başlamıştı. Buraya geldikten sonra bir hafta yaşadı, arkasından vefat etti." Daha sonra sözlerine devam ederek Üstad-ı Azam hz.lerinin burada toprağa verilmesine Şeyh-ı Azam hazretleri ve çok yakın bir dostu ile birlikte kendisinin karar verdiklerini açıkladı. Anlattığına göre ya burada ya Üveys-ül Karanî hz.lerinin türbesi yanında veya hatırlayamadığı bir üçüncü yerde (burası bir arkadaşımızın dediğine göre Gayda köyü idi) toprağa verilmesi söz konusu idi. Müşavere sırasında Veysel Karanî hz.lerinin yanında toprağa verildiği takdirde halkın Veysel Karanî´ye ilgilerini azaltıp üstad hz.lerine yönelebileceklerini düşünülmüş üçüncü yer hakkında başka mahzurlar belirtilince Üstad-ı Azam hz.lerinin burada toprağa verilmesi kararlaştırılmıştı. Bu konu zihnine nakşolmuş ki; koma döneminde "Şeyhan ve Balegan köylüleri geldiler mi? sedyeyi hazırladılar mı? Gidelim" diye sayıklamıştı. Kendisine "Evet" diye cevap vermemiz üzerine "Peki beni böyle hasta iken nasıl eve götürecekler" diye konuşmaya devam edince kendisine yumuşak ve tatlı bir dille "İnşaallah" diye karşılık vermiştik. Muhammed Ziyâuddîn hz.leri son hastalığı sırasında şeriat, tarikat ve yüce nisbet konusunda çok ilgi ve titizlik gösteriyordu. Hatta son günü öğleden sonda kadın-erkek ve çocuk bütün aile mensuplarını yanına çağırdı ve en büyük halifesi Molla Muhammed Emin´e orada bulunanlara tevbe verdirmesini emretti. Kendileri de yastığın yanına oturarak şöyle dedi; - Onlar (yani büyük şeyhler) iki gündür bana gerek ev halkımı gerek buraya başvuranları irşad etmemi ve bu işi Molla Muhammed Emin´e havale etmemi telkin ediyorlardı" Muhammed Emin´in, Allah yolunda ve tarikat alanında tükenmez bir hazine olduğunu belirttikten sonra şöyle konuştu. -Önce ihlasla tevbe ederek Allah´a (C.C) yönelmeli, arkasından da Üstad-ı -Azam hz.lerinin türbesine giderek dua edip eşiğine yüz sürmelisiniz. Taki, Allah (C.C) bu sayede bana şifa versin. "Bu yaptığınız tevbe sadece işlemiş olduğunuz günahlardan tevbe etmek değildir. Bu tevbe aynı zamanda, her şeyden sıyrılıp sadece Allah´a sığınma, yüce Nakşibendi tarikatı ile bağdaşmayan her türlü hareketten sıyrılma, bundan sonra dünyanın zinet ve hazlarına dalmaktan kaçınma, dünyanın alımlı ve göz boyayıcı menfaatleri için yarışmaktan sakınma amacı güdülmelidir." Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatından önce, daha önceki selefleri gibi yerine kimin geçeceğini belirlemiş ve tüm bağlıları ile müridleri teslim edeceği bir vekil tayin etmiştir. Bu konuda sadece daha önce söyledikleri ile yetindi. Bu davranışın iki gerekçesi olabilir. Ya daha önceki selefleri gibi bir kişi üzerinde kesin bir karara varmamıştır. Yahutta böyle bir kararı açıkladığı takdirde bağlılarına tam mânâsı ile uygulanamayacağını ve bu nedenle zarara uğrayacaklarını düşünerek onları böyle bir tehlikeye düşürmekten kaçınmış, kendilerini vicdanları ile başbaşa bırakmayı tercih etmiştir. Ev halkından bir arkadaşımız ikinci ihtimalin düşünüldüğünü belirtmişti. Şeriat konusundaki titizliğini şu olaylarda görebiliriz. Vefat edeceği gece bana yatsıdan sonra Garzan´da kıyılan ve geçersiz görünmesine rağmen geçerli olması da muhtemel olan nikahdan bahsetti ve bazı insanların nikahının geçersiz olduğundan hareket ederek onu başkası ile evlendirmek istediklerini anlatarak "Aman dikkat edin, o kadın yeniden nişanlanıp da yanılgıya düşmesin" dedi. Sözlerinden birşey anlamamıştım. Bir süre sonra eşi Tayyibe bana olayı etraflı bir şekilde açıkladı. Size ağır hastalığına rağmen tüm sünnetlere eksiksizce uymasını belirtmem gerekir. Ruhunu teslim edeceği anlarda bile üç yudumda suyu içmiş, ilk yudumu besmele ile ve son yudumu da Allah´a (C.C) hamdederek bitirdi. Yine abdestin hiç bir sünnetini eksik bırakmamıştır. Rabbimin huzuruna çıkmayı öyle büyük özlem ile bekliyordu ki, vefat edeceği gece bir an önce sabah vaktinin girmesini istiyor ve bu yüzden devamlı olarak bize saatin kaç olduğunu soruyordu. Bazen iki soru arasında ancak beş dakika geçiyordu. Bir kere kendilerine saatin yedi olduğunu söylediğimizde "Yediden onikiye kadar beş saat var, o da hayli uzun" dedi. Hatta komada bulunduğu sırada sabah namazı vaktinin girip girmediğini sorarak bizlere döndü ve "Abdest alıp namazlarınızı kıldınız mı?" diye sordu. Kendilerine birkaç kere henüz sabah namazı vaktinin girmediğini söyledikse de hiçbir faydası olmadığı için sonunda kendilerine abdest alıp namaz kıldığımızı söylemek zorunda kaldık. Fakat bu sefer de ısrarla "O halde ben de abdest alıp kılayım da namazımı kaçırmayayım" dedi. Onu bu arzusundan vazgeçiremeyince "Ruhunu teslim etmeden önce abdest alır da Rab-bine abdestli olarak kavuşur" dedik. Kalkabileceğini tahmin etmememize rağmen kalkmak isteyince kollarından tutup kaldırdılar. Yatağın kenarına geldi ve eksiksiz bir abdest alıp yine eksiksiz bir şekilde namaz kıldı. Namazın sonunda sağındaki ve solundakilere şefkatli gözlerle bakarak selam verdi. Bu bakışlarından onun son bakışı ve veda ettiğini anlıyorduk. Komada iken ev halkından biri misvak getirmiş dişlerini misvaklamak istiyordu. Misvağı kendisi alarak usulüne uygun şekilde misvaklamaya başladı. Misvağı kullanamaz olunca elinden tutup iki defa ağzını misvakladım. Bu arada misvak harekeket edebilsin diye ağzını açık tutuyordu. Şuuru son ana kadar yerinde idi. Yanına gelenleri tanıyor, onlara yer gösteriyor ve sorularına cevap veriyordu. Nitekim nefes alışı zorlaştığı sırada şeyhinin oğlu Muhammed Cüneyd kapıdan girince onu hepimizden önce tanıyarak "Ya Şeyh Cüneyd, şöyle buyur" diye seslenmişti. Muhammed Ziyâuddîn hz.leri vefat edeceği günün gecesin de gördüğü rüyayı şöyle anlattı: -Çok sayıda asker gelip Üstad-ı Azam hazretlerinin türbesini ziyaret etti. Yer ile gök arasını bembeyaz kuşlar doldurdu. Bu beyaz kuşlardan büyük biri bana gelerek: Hazır ol, saat onbir veya onikiden sonra, yani sabah açtıktan sonra yola çıkacaksın, dedi. Büyük sûfiler; askerleri şeyhlerin ruhları, kuşları da melekler olarak yorumlamışlardır. Şeyh hazretleri bu rüyayı anlattıktan sonra ev halkı yanından dışarı çıkarak bir iki kişi ile benim yanına girmemi söylediler. Önce bizler sonra yakınları yanına geldelir. Üzerinde ölüm alametleri belirince kendisine dedim ki; "Anlaşılan siz bizleri şaşkın ve yetim olarak bırakıyorsunuz. Sizden sonra bizim sahibimiz ve rehberimiz yoktur." Bu sözlerim karşısında" Elhamdülillah, sen varsın" diye karşılık verince kendisine "Benim varlığım senin sayende idi. Yoksa ben neyim, ne faydam olabilir" diye cevap verdim. Bunun üzerine "Allah var, o herkese yeter" diye karşılık verdikten sonra "Benim Allah´dan başka hiç bir şey ile alâkam kalmadı" dedi. Ben de "Buna hamdolsun, zaten öyle olması gerekir" dedim. Her halde bâtını âlemin zahirini etkisi altına almasından dolayı olacak, bir yakın dostumun telkini üzerine bizzat söylediği gibi açıktan "lâilâheillellâh" demiyordu. Kendisine hatırlatmak için. "Sen her gece seyyid-i istiğfar ile Bakara sûresinin sonunu okurdun. Bu gece bunları okudun mu" diye sordum; "Hatırlamıyorum" dedi. Bunun üzerine "Ben onları okuyayım siz de arkamdan okursunuz diye sorunca bana "Evet oku" dedi. Önce seyyid-ül istiğfar-ı, sonra Bakara suresinin sonunu okumaya başladım. O da arkamdan okudu. Okuma bittikten sonra kendisine "Bu hastalığın sırasında Yunus’un (AS) teşbihini okudun mu?" diye sordum. Bana "Kırk kere okudum, ama şimdi bir kere daha okuyalım" diye cevap verdi. Arkasından kendisine "Artık şimdi" lâilâheillallah" demenin vakti değil mi ? diye sorunca bana "Evet, nitekim Hace-i Ehrar hazretlerinin belirttiğine göre bin bıranşın ve fennin bilgisine sahip olsan bile, bunların hepsi gider ve ahirette sana sadece "lâilâheillallah" kalır" deyip cevap verdi. Daha sonra kendi kendine Nakşibendilerin teveccüh sırasındaki adeti uyarınca net bir ses tonu ile "inne fi halkıssemavâti" âyetinden itibaren Al-i imran suresinin sonunu okudu. Okuması bittikten sonra kendilerine "Şeyh-ı Azam hazretlerine vefat etmek üzere iken ne söylediğinizi hatırlıyor musunuz? diye sordum. Bu soruma şöyle cevap verdi "Evet hatırlıyorum. O’na demiştim ki: "Üstad-ı Azam Tâğî hz.leri vefat ederken yanıbaşında sen vardın. Sen büyük bir güce sahip olduğun için her konuda kendisini uyarabiliyordun. Oysa biz o görevi yapamayız. Bu yüzden şeyh hazretlerinin kendi kendisini uyarması gerekiyor" "Sözleri tince kendisine: "Şimdi biz de sana sizin o zaman söylediğiniz sözlerin aynısını söylüyoruz" deyince içinden derin bir "ah"çektikten sonra bana şu karşılığı verdi: "Ben nerde onlar nerede! Onlar büyük kimselerdi, ben onların derecesine eremedim. Bu yüzden sizin beni uyarmanız ve hiç bir sünneti ihmal etmeme meydan vermemeniz gerekir." Bu sözden sonra artık konuşmadı. Biz de kendisine bir şey söylemedik, daha önce söylediğim gibi kendi eli ile bir kere dişlerini misvakladı, arkasından iki kere biz kendisini misvakladık. Bir ara işareti üzerine alnını su ile ovduk. Herhalde sünnet olduğu hakkında bir delil bulamadığı için olacak, aynı şekilde göğsünü ovmamızı işaret etmedi. Artık her sözünün arkasını "lâilâheillallah" diyerek bağlıyordu. Bir ara dostlarından biri "lâilâheillallah" demesini telkin edince "lâilâheillallah dedikten sonra hiç konuşmadım" dedi. Dostu "Ama şimdi konuştun işte" deyince hemen "lâilâheillallah" dedi. Bu andan itibaren mübarek nefesi kesilinceye kadar artık hiç bir söz söylemedi. Hatırladığıma göre son nefesini verdiği sırada mübarek dili üst damağına yapışık durumda idi. Elhamdülillah, böylece son sözü "lâilâheillallah" olmuş sadık bir aşık gerçek sevgilisine kavuşmuş, aradaki perde kalkarak ruhu ünsiyete ve sükûnete ermişti. Bu ünsiyet ve Sükun oradakilerin kalblerine yansıdığı için herkese şaşırtıcı bir huzur meydana gelmişti. Halbuki kendileri o ana kadar bir hüzün ve ölümü andıran bir esef içindeydiler. Son günlerinde ölüme ve vuslata yaklaştıkça mübarek yüzü daha parlak, daha alımlı ve daha güzel bir görünüm kazanıyordu. Hatta yanakları al al olmuş ve çehresinin gülümsemesi belirgin hale gelmişti. Bu yüzden kendisini görenler sağlığının iyice düzeldiğini sanıyorlardı. Son nefesini vereceği sırada yüzünde ve alnında ayna gibi bir pırıltı, bir ışık belirmişti. Bu pırıltı ve ışığı orada bulunan herkes görmüştü. Vefat edeceği günün sabahı yattığı odadan dünya kokusuna benzemeyen hoş bir koku yayılmaya başlamıştı. Yanına giren herkes bu kokuyu hissediyordu. Bu koku gittikçe kuvvetlendi ve vefatı sırasında odanın her yanını sarıverdi. Bu koku dışarıdan bile hissedilir hale geldi. Son nefesini verdiği anda ve toprağa vermeden önceki yıkanışında vücuduna değen her elbise veya bez parçasından aynı hoş koku dağılıyor ve üstelik bu koku sindiği yerden bir kaç kere yıkansa bile çıkmıyordu. Şeyh hz.lerini daha önce hac sırasında, Beytullah´ta, Ravza-i Mutahhara´da sahabi ve büyüklerin türbelerini ziyareti sırasında ve seleflerin mezarları başında ayrıca sohbet ederken muhabbetinin bariz hale geldiği anlarda, bayramlarda ve sevinçli günlerinde koku sürünmüş ve süslenmiş olarak görmüştüm, fakat hiçbir zaman son saatlerinden başlayıp vefatına kadar geçen suretteki kadar güzel yüzlü, parlak görünümlü ve hoş kokulu görmemiştim. Allah (C.C), Peygamberimiz (S. A.V) hürmetine hepimizi onun izinden ayrılmayanlardan eylesin, onun nur denizinden feyizler akıtsın, yüce kapısında ve bağlıları arasında yüce nöbetini geliştirerek devam ettirsin. İrşad süresi: Şeyhinin zamamnda on yıl, şeyhinin vefatından sonrada yirmi dört yıldır. Cenazesini Molla Abdullah Balekî ile Molla Abdülkerim Tertubî diğer dostlarının yardımı ile yıkadılar. Kendi işareti üzerine babasının yanıbaşınsa defnedildi.